Ana Sayfa | tereking  | trekinge giderken | Tavsiye ettigim parkurlar | kontak kur | Onemli gezi linkleri | Suluklu gol

TAVSiYE ETTiGiM PARKURLAR:

Sülüklü göl:
Sülüklü göl tam bir doğa harikası gidilip görülcek bir milli parklardan biri.
Yandaki resim kışın çekilmiş bir resim her taraf kar dolu.Bu göl aslında dağlardan akan derelerle besleniyor ama yazın dereler kuruyabiliyor ve gölün içinden ağaçlar gözüküyor tabii ağaçlar kurumuş ve çürümüş.Bir zamanlar o ağaçlardan dolayı kazıklı göl deniyormuş.Eğer dere tarafında gidilirse oldukça zorlu bir parkur.Macera sevenler icin tavsiye ederim.Yok macerayı sevmiyorsanız o zaman size önerim milli parktan gireceksiniz orman icinden geçen yoldan burasıda güzel bir parkur ama adrenaline yer yok.

Diğer parkurlar yakında:

-Domuz deresi
-Abant
-Maşukiye
-Ballıkayalar
-Kıyı köy
-va daha bir çok parkur












Balat'tan Çamiçi'ne






Felsefi düşüncenin ilk filizlerini verdiği, filozoflar kenti Milet ile başlıyor yolculuğumuz. Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes'in evren hakkındaki düşüncelerini dinledikten sonra, kutsal yolu takip ederek kâhinlerin yurdu Didim'e ulaşıyoruz ve kehanetimizi cebimize koyup, Kazıklı köyünün sessiz limanında demirliyoruz...





Efsaneye göre, bir gün baş tanrı Zeus ile fakir bir Miletli, Milet agorasında bir konu üzerinde tartışırlar. İkisi de bir türlü geri adım atmayınca, tartışma uzayıp gider. Sonunda canı sıkılan Zeus, tanrı olmanın ayrıcalığını kullanarak tartışmayı sonlandırır: "Bana bak, beni daha fazla kızdırma, şimdi bir şimşek çakar, seni cayır cayır yakarım!" Miletli köylü, korkmak bir yana, gayet sakin bir şekilde, "Koca Zeus, bu öfkenle haksız olduğunu nasıl da kanıtladın..." der. Hikâyenin sonunda Miletli köylünün kömüre dönüşüp dönüşmediğini bilmiyoruz, fakat kesin olan bir şey var ki, Miletlilerin tanrıyla özdeş bir düşünce yapısına sahip olduğu. Boşuna değil; bundan tam 2 bin 600 yıl önce, akılcı düşüncenin ve felsefenin temelleri bu şehirde atılmış.





Fiilozoflar diyarı Milet



Aristoteles'e göre, felsefenin gelişmesinin iki ön koşulu var: Öncelikle, felsefe yapacak kişinin "tuzu kuru" olmalı. Yani o kişi, maddiyat kaygısına düşmeden kendini sadece düşünmeye verebilmeli. İkincisi, kişi gerçek bir merak duygusuna sahip olmalı ve en doğal görünen gerçekleri bile sorgulayabilmeli. İşte, Milet'te bu iki koşulun bir araya gelmesiyle, tarihin gerçek anlamdaki ilk filozofu kabul edilen Thales ile onun ardılları olan, Anaksimenes ve Anaksimandros ortaya çıkmış. Babillilerden aldığı astronomi bilgisi ve Mısır'dan getirdiği söylenen geometri bilgisi dışında Thales'in asıl önemi, aklına takılan sorularda. "Neyin var olduğu" ve "neyin gerçek olduğu" gibi sorular sayesinde Thales, o güne dek doğadaki her olayı ayrı bir tanrının varlığına bağlayan mitolojinin ötesine geçerek; her şeyin nedenini, doğanın kendisinde aramaya başlıyor. Thales ve öğrencilerinin "Fizikçiler Okulu" diye anılması ve pozitif bilimin temellerini attıklarının söylenmesi de bu yüzden.


Thales'e göre, evrenin asıl maddesi sudur; her şey sudan gelir ve suya döner. Dünya, "okeanos" denilen dev bir su kütlesi içinde yüzen, düz bir tepsidir onun zihninde. Anaksimandros ise, dünyanın sıcak ile soğuğun birleşmesinden doğduğunu savunur. Ona göre, yaşam "ıslak" bir ortamda başlamıştır, ilk canlılar ise balığa benzer yaratıklardır. Bu düşünceleriyle, binlerce yıl önce ilk evrim düşüncesini ortaya atan Anaksimandros; dünyayı, boşlukta asılı duran bir silindir olarak tasvir eder. Anaksimenes'e göre ise, ruhumuzun bizi ayakta tuttuğu gibi, hava da dünyayı ayakta tutmaktadır. Görüldüğü gibi, ilk felsefi denemelere daha çok hayal gücü hâkim. Ancak gözlem yeteneğinin çok sınırlı olduğu bir çağda, buna şaşmamak gerek.



Milet kalıntıları arasında dolaşırken, bir zamanlar bu kentte yaşayıp, evrenin gizlerini çözmeye çalışmış filozofları hayal etmeye çalışabilirsiniz. Filozofların sözleri rüzgâra karışmış, evlerin içindeki eşyalar ve yaşamlar çoktan dağılıp gitmiş ve şehir, mermerden iskeletiyle çırılçıplak kalmış olsa da... Söke - Didim karayolu üzerinde, tarlaların arasından beliren tabelası ile kent, bir ovanın orta yerinde karşılıyor sizi.


İlkçağda denizciliğiyle parlayan ve zamanla önemli bir ticaret kenti haline gelen Milet; Büyük Menderes'in kıyıyı doldurması sonucu, Ege sahillerindeki pek çok şehir gibi, bugün tarlaların içinden seyrediyor sizi. Herodot'un "çalışan nehir" olarak tanımladığı nehirlerden olan Büyük Menderes; taşıdığı malzemeyle, sahil şeridinin yılda ortalama 6 metre kadar denize doğru ilerlemesine neden olmuş. Böylece, klasik dönemde Latmos Körfezi'nin ağzında bir sahil kenti olan Milet, zamanla denizden 10 km içeride kalmış. Bir zamanlar kentin karşısında bulunan Lade Adası, ovanın ortasında bir tepeye; Latmos Körfezi ise, Bafa Gölü'ne dönüşmüş.


Bölgede bulunan Girit seramiklerine bakılarak, ilk yerleşimin İÖ 1600'lerde, Giritler tarafından, doğuya giden ticaret yolu üzerinde bir ara liman olarak kurulduğu söyleniyor. Ancak İonların gelişinden sonra, kent büyük bir denizcilik ve ticaret merkezi haline gelerek; Karadeniz, Marmara ve Çanakkale Boğazı kıyılarında 90'a yakın koloni kuruyor.



Milet'in ticari ve kültürel yönden yaşadığı altın çağ; İÖ 494 yılındaki Lade Savaşı'nın ardından kentin Perslerin eline geçmesi ile son buluyor. Miletlilerin bozgunu, Yunan dünyasında öyle büyük bir trajedi olarak algılanıyor ki; Atinalı bir oyun yazarının Milet'in Düşüşü adlı dramı, sahnelendiği zaman bütün Atina ahalisini derin bir yasa boğuyor. Hatta, halkın ağlamaktan perişan olduğunu gören yönetim, yazarı yüklü bir para cezasına çarptırıyor.


Milet'i diğer antik kentlerden ayıran özelliği, çok büyük bir alana yayılmış olması. Kenti gezmeye, tiyatrodan başlıyorum. Priene'deki tiyatro nasıl en iyi Helenistik örneği temsil ediyorsa; Milet Tiyatrosu da, Yunan - Roma tipinin en güzel örneklerinden biri. Helenistik dönemde 5 bin 300 kişilik olan tiyatronun kapasitesi, Roma döneminde 19 bin kişiye çıkarılmış. Bugün tiyatronun üçüncü katı yerinde, Bizans ve Osmanlılar zamanında kullanılmış bir kalenin kalıntıları yükselse de; sahnenin ayakta kalan parçaları ve katlar arasındaki galeriler, tiyatro atmosferini büyük ölçüde canlı tutuyor. Milet turuna, tiyatronun arkasından devam ettiğinizde; liman yerine ulaşıyorsunuz. Kentin 4 büyük limanından geriye kalan tek örnek bu. Triton adı verilen, yarı insan yarı balık şeklinde bir varlığın tasvir edildiği kabartmalı bir anıt, limanı işaretliyor.



Güney agora, onun batısında yer alan buğday ambarı, 100 metre uzunluğundaki tören yolunun kapısı, senato binası işlevini gören bouleuterion, 19 dükkânlı iyonik düzendeki stoa, üç katlı olduğu bilinen ve nymphaion adı verilen kent çeşmesi, Apollon'a adanmış bir açık hava tapınağı olan Delphinios Kutsal Alanı ve kuzey agora, kent merkezini doğrular nitelikte iç içe sıralanmış. Açıkçası elinizde bir harita olmadığı sürece, ören yerindeki tabelalardan şehri anlamanız oldukça güç.


Ören yerinde ilk anda fark edilen yapılardan biri de, Faustina Hamamları. Anadolu'daki en büyük Roma hamamlarından biri olan bu yapıyı, Roma İmparatoru Marcus Aurelius, eşi Faustina için yaptırmış. Soğuk - sıcak - ılık kısımlar, soyunma odaları ve havuzun rahatlıkla gözlemlenebildiği yerde; havuz kenarında boylu boyunca uzanmış bir nehir tanrısı (Maiandrios) heykeliyle bir de aslan figürünün kopyası duruyor. Bir zamanlar, aslan heykelinin ağzından ve tanrı heykelinin kaidesinden gelen suyla havuz doldurulurmuş. Heykellerin orijinalleri ise, Milet Müzesi'nde.


İpucu: Filozof heykelleri, sikkeler ve Faustina Hamamları'ndaki nehir tanrısı ve aslan heykellerinin orijinali, ören yeri içindeki Milet Müzesi'nde sergileniyor. Bilet kesilen gişenin yakınlarında ise kafe ve restoran bulunuyor. Müzede görevli arkeologlardan, Milet'i Didim'e bağlayan 24 km'lik Kutsal Yol hakkında bilgi alabilirsiniz. Tiyatronun üst basamaklarından seyredeceğiniz günbatımı günün yorgunluğunu unutturabilir.





Didim'in kutsal kehanetleri



İlkçağda, kehanette bulunma ve olayları önceden görme yetisinin, tanrı Apollon tarafından insanlara verildiğine inanılırdı. Anadolu'nun birçok yerinde, bu tanrıya adanmış tapınaklar bulunur ve buralardaki rahiplerle rahibeler, tanrıya aracılık ederek, kendilerine danışmaya gelenlere, gelecekten haber verirlerdi. Didim'deki Apollon Tapınağı da, antikçağın sayılı bilicilik merkezlerinden biriydi. Rasyonel düşüncenin ilk filizlerini verdiği Milet topraklarında, antikçağın en saygın dini kurumlarından biri olan kâhinliğin (bilicilik) bu kadar güçlü olması da, ilginç bir tezat.


Krallardan, en fakir köylülere kadar, bütün insanların başvurduğu bir kaynaktı bilicilik. Lidya kralı Kroisos da (Karun), Pers ülkesine saldırmadan önce bilicilere başvurmuştu. Ancak kendince bir kurnazlık yaparak; dönemin bütün ünlü kehanet merkezlerine elçiler göndermiş ve rahiplerden, kralın o anda ne yapmakta olduğunu bilmelerini istemişti.


Doğru cevap, yalnızca Delphoi Apollon'undan gelmişti. Kroisos da, Perslerle girişeceği savaş öncesinde Delphoi rahibine danışmayı seçmişti. Ancak biliciler, anlaşılması güç ifadeler kullanır ve açık bir yanıt vermekten daima kaçınırdı. Kroisos da, Pers Krallığı'na yapacağı saldırı sonunda, büyük bir imparatorluğun yıkılacağı yanıtını alınca, hevesle sefere girişti. Ancak sonunda yıkılan, Lidya Krallığı oldu.



Apollon rahiplerinin, kehanetlerini vezinli olarak söylemesi adettendi. Sözgelimi, Milet'in Perslerin eline geçeceği, Delphoi rahibi tarafından aşağıdaki sözlerle haber verilmişti:


"O zaman, Miletos, ey belalar işçisi, o zaman
Birçokları için zengin bir şölen, parlak bir ganimet olacaksın,
Kadınların ele geçecek, uzun saçlıların ayaklarını yıkayacaklar
Ve Didyma, bizim tapınağımız, yabancı efendilerin malı olacak."


Kutsal Didim'in ilk dönemi, Perslerin Milet'i ele geçirmesi ve tapınağı yakıp yıkmasıyla son bulur. Ancak İskender'in gelişiyle beraber yeniden bir canlanma yaşanır ve İskender'in komutanlarından Seleukos'un emriyle, İÖ 300 dolaylarında bugün kalıntılarını gördüğümüz tapınağın inşaatına başlanır.


Savaşlar ve yağmalarla duraklayan tapınak inşaatı, yüzlerce yıl devam eder ve sonuçta hiçbir zaman tamamlanamaz. Tapınak inşaatında çalışanlara yapılacak ödemeler ile ilgili olarak, tapınak duvarları üzerine kazılan işaretleri bugün bile seçmek mümkün. Arkeolog George Bean'e göre, daha sonra bu işaretlerin temizlenmesi düşünülmüş, fakat tapınağın son rötuşları hiç bir zaman yapılamamıştır.





Sahilde bir mola: Teikhiousa



Didim'den sonra, sahil şeridinden yola devam edecek olursanız; Kazıklı Limanı'nda, gözlerden uzak küçük bir liman sizi bekliyor. Limandaki Teikhiousa antik kenti ve çevresi SİT alanı olmasına rağmen; göze çarpan tek kalıntı, ahır olarak kullanılan bir mabedin önündeki Roma devrinden kalma yazıt.



Didim'den Teikhiousa'ya giderken, önce Akbük'e geliniyor (Altınkum Plajı'ndan 12 km sonra). Buradan sonra, yarımadanın diğer tarafındaki Kazıklı Limanı, 9 km uzaklıkta. Antik kentin bağlı olduğu 800 haneli Kazıklı köyü, balıkçılıkla geçiniyor. Teikhiousa kalıntılarına ulaşmak için, sahile kadar indiğinizde, birkaç salaş balık lokantası ile karşılaşacaksınız. Köylüler, koydaki balık üretim çiftliklerinin, denizi öldürmesinden şikayetçi. Adını İÖ 412 yılındaki Atina - Sparta Savaşı'nda duyuran Teikhiousa'nın korunaklı limanında yapılacak en güzel şey, küçük bir yemek molası.





KAYNAKÇA


Ahmet Cevizci, İlkçağ Felsefesi Tarihi


Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü


George E. Bean, Eskiçağda Ege Bölgesi


Yaşar Aksoy, Halikarnas Kadırgası